Eski Düzen ve Yeni Düzene Dair Notlar

by Şemseddin Aziz

fft81_mf2286211

Yalçın Küçük’ün tahliye edildikten sonra “Ergenekon Partisi”nden kopması ilginçtir. Biraz bunu ve bunun etrafında örülen hikayeyi anlamaya çalışalım.

Erdoğan AKP’si bilhassa Kürtlerle ipleri kopardıktan sonra yanına müttefik olarak Ergenekon Partisi’ni alınca ve bu pozisyon seçimlere giden süreçte ve ardından gelen savaşta hepten belirginleşince, Yalçın Küçük de yumuşak bir geçişle karşı safa katıldı. Zira Yalçın Küçük için Türkiye’deki sınıf mücadelesinin politik alanda yansıdığı temel antagonizma, İttihatçı-İtilafçı ikiliğidir ve hocanın son tahlilde yer aldığı kamp İttihatçılıktır.

Ergenekon Partisi’nin AKP’yle çok sorunlu, kendisi için de çelişkili, ama bir o kadar da zorunlu işbirliğine girmesi, onun İttihatçı kökeniyle olan ilişkisini bulandırırken, 19. yy sonu 20. yy başı konjonktürü içinde Batıcı bir reformizmle, Tanzimat’ın “yön”ünü de koruyarak içinde bulunduğu tarihsel blokun (Doğu’ya karşı Batı medeniyeti), 21. yy’a doğru aldığı politik tutum ve Soğuk Savaş sonrası dünya düzeni, Ergenekon Partisi’ni bir anda Doğucu blokun içine sokmuştu. Nitekim ulusalcılığın temel iddiası 2000’lerin ortalarına doğru NATO blokundan koparak Rusya-Çin eksenine yönelmek iken TSK’ya arka arkaya yapılan operasyonlar ordu içinde iktidarda olan ve toplumsal düzlemde de hegemonik konumda bulunan Ergenekon Partisi’nin tasfiyesiyle neticelendi.

Yalçın Akdoğan’ın veciz ifadesiyle “milli orduya kurulan kumpas” işte bu süreçtir ve bu süreç nihayetinde tek başına hiçbir zaman iktidar olmamış AKP’nin, İstanbul burjuvazisi, liberaller, Cemaat ve Kürtlerden sonra ittifak kurabileceği tek ortak olarak Ergenekon ve Balyoz davalarının “düşmesiyle” Ergenekon Partisi’ni tekrar iktidara taşımıştır — bir farkla, bu kez “küçük ortak” olarak ve büyük ortağa yönelik açık edilen hoşnutsuzlukla. Haziran sonrası başlayan TC-PKK savaşında, Ergenekon Partisi, Türk usulü “teröre karşı savaş”ı büyük ölçüde olumlu karşılarken, parti içindeki ayrışma savaşın kendisiyle değil, zamanlaması ve başkumandanlığıyla ilgilidir. Şehit cenazelerinde birikmiş tepkinin ayyuka çıkması, bayraklı mitingler, vs. ile ilgili tartışmalar bu cenahta hep AKP ile kurulan ittifakın meşruiyeti üzerine oldu ve bu Ergenekon’un bir bütün olarak AKP ile uzlaştığı tek başlık Cemaat’in tasfiyesiydi. Ortak iki iç düşmandan biriyle ilgili (PKK) zamanlama ve önderlik anlaşmazlığı bu koalisyonun açıktır ki en yumuşak karnı ve buna rağmen koalisyonun bu başlıkta henüz birlikte yürümeyi sonlandırmamasının tek sebebi “güneyden gelen” PYD tehdididir. Ve bu tehdit kalıcıdır.

Öte yandan TSK içindeki ulusalcı tasfiyeleri sonucu Genelkurmay’ın tepesine açılan yolun NATO’cu/Batıcı klik için ardına kadar açıldığı da bir vakıadır ve bu, Hulusi Akar’ın şahsında cisimleşmiştir. Hulusi Akar, Ankara’daki “bizim çocuklardan” biri olarak hamle sırasını bekliyor ve bu bir sopa olarak Erdoğan’ın başında sallanıyor. Lakin şu an “televizyon kumandası” Erdoğan’ın elinde ve bunu ondan almanın meşruiyet zemini hazır değil — şimdilik.

Bütün bu gelişmeler karşısında Yalçın Küçük’ün aldığı yeni pozisyon işte bu bakımdan ilginçtir. O artık Ergenekon Partisi içinde değil, ve tam olarak angaje olmamış olsa da “yön”ünü karşı kutba doğru kırıyor, henüz buradaki tarihsel blok tam olarak kurulmamışken. Kurulmadı çünkü Cemaat’in ortada kalan cismi iki tarafa da uymuyor; bir taraf onu iç düşman ilan etmişken, diğeri henüz tam olarak sindiremiyor. Hakeza Cemaat de PKK’yle bu tarihsel blokun içinde yer almayı istemediği için bu kamptaki rabıta şu anda HDP üzerinden kurulabiliyor.

Haziran sonrası seçimlerde Yalçın Küçük’ün seçim (ve seçimin tartışmasız tek galibi HDP) değerlendirmesi bu bakımdan mühim ve HDP’nin tarihsel görevini de ortaya koyuyor: Küçük’e göre seçim sonucu bir devrim à demi faite (yarısı yapılmış devrim) idi. Ve bunun tamamlanması icap etmekte; zira görüldüğü üzere, parlamenter rejimin fiili tasfiyesi ve parlamentonun kendi kendini yeniden yürütmeyi ele alacak güçten yoksun olması, ister istemez yarısı yapılmış devrimin parlamento-dışı bir kurucu güce ihtiyaç duyduğunun göstergesidir.

Bu Türkiye’nin batısında patlayacak bir halk ayaklanması mı olabilir? Gezi’de bunun limitlerinin ne olduğunu birinci elden deneyimledik ve üstelik her şeye karşın önlemini geliştirmek isteyen AKP böyle bir ayaklanmanın daha baştan ölü doğması için de her türden yasal ve pratik tedbiri (İç Güvenlik Yasası, önleyici gözaltılar bir tarafta, giderek güvensizleşen kamu düzeni ve asayiş, patlayan bombalar diğer tarafta, kitlelerin kaygıları başarılı bir şekilde yükseltildi) almış vaziyette. Fantastik senaryolardan kaçındığımız zaman, geriye kalan tek yolun bir askeri darbeden geçtiği ortadadır, ve bu darbe bilindik veya “postmodern” formlar alabilir.

Unutulmamalı ki, 10 Ağustos 2014’ten bu yana parlamentonun askıya alındığı bir darbe sürecinden geçiyoruz ve bu darbe, Erdoğan’ın doğrudan kendisine bağlı, MİT’ten polis teşkilatına ve lümpen-proletaryaya kadar geniş bir üye profilini haiz 10 Ağustos Cemiyeti tarafından “korunuyor.” Aynı 10 Ağustos Cemiyeti, Erdoğan Partisi’nin kirli işlerini (Hürriyet saldırılarından muhtemelen Suruç ve Ankara katliamlarına kadar) görmekle de mükellef ve bunun için ücretlendiriliyorlar. Bu şiddet mekanizması örgütlü bir başka şiddet mekanizması olmadan ortadan kaldırılamaz ve bu bakımdan TSK, bu NATO’cu Genelkurmay görünümüyle uygun şartları bekliyor olmalı. Uygun şartlar oluştuğunda, yarım yapılmış devrim tamamlanmış olacak ve retour à la normale sürecine gireceğiz.

Bu bakımdan AKP’nin temsil ettiği ve konjonktürün kadriyle Ergenekon’u da içine katan tarihsel İtilafçı gericiliği, Küçük’e göre, yenilgiye uğrayacak ve karşı-devrim süreci son bulacak. O halde, Küçük’ü de takip ederek, İttihatçılık Batı-Doğu hattında küçük bir Ergenekon fasılasından sonra tekrar ait olduğu tarihsel bloka dönmektedir. Lakin aynı İttihatçılık, ulusal egemenlik iddiasını da kaybetmekte, NATO’nun ileri karakolu rolünü tekrar kabule geri dönmektedir.

Buna paralel olarak yeni gelişen “barbarlığa karşı medeniyet”, “kötülüğe karşı iyilik” dikotomileriyle tarihsel husumetlerin sebep olduğu ayrışma çizgileri silikleşmekte, ilericiliğin sihirli formülü olarak sunulan “seküler Türk – ilerici Kürt” terkibi benimsenmektedir. Öyleyse bu terkip hangi özdeşlik (identity) temelinde yükselecektir? Bir kurum olarak İttihatçılığın kökenlerini bulduğu Jön Türk hareketi işte bu noktada başkalaşmış, İttihatçılık nihayet kendisine yabancılaşmıştır, zira sihirli formülü işletebilecek tek özdeşlik dayanağı artık Türklük (veya Kürtlük) değil, Türkiyeliliktir. Jön Türk hareketi, yüzyıl sonrasında (dönüşmemiş fakat) başkalaşmış bir formda, Jön Türkiyeli hareketiyle ikame edilmiştir. (Geçerken söylemek lazım, Türkiye’de Ortodoks Marksizme ve doktrine en sadık partisi bölünürken, sihirli formülün yaratıcısı BHH de örtük bir şekilde HDP’ye yaklaşırken, Yalçın Küçük’ün eski yoldaşı Metin Çulhaoğlu’nun HTKP’sinin BHH’de daha etkin olması ve nihayet HDP’ye seçim desteği verme kararı tesadüfi olmasa gerek.)

Bu durum oldukça trajiktir. İktidarının ilk dönemlerinde liberallerle ittifak halindeyken AKP’nin (neo)liberal dalgasıyla kuvvetlenen ve bilhassa şimdi eski liberalliklerinden dolayı nedamet getiren sivil toplumcuların o vakitler korkunç bir sol liberalizm dalgasıyla yükselttikleri bu özdeşlik ideolojisi, bugün AKP’nin ve tabanına yaymaya uğraştığı Sünni-Türk özdeşlik ideolojisinin karşısında dikilmektedir. Selefi İslamcılığın da yükselişte olduğu bir devirde Sünni-Türk, barbarlığın ve vahşetin simgesidir artık.

Fakat, oluşum süreciyle birlikte düşünüldüğünde, Jön Türkiyeliliğin, liberalizmin sol ve sağ varyantlarıyla, İttihatçı-Jakoben-merkeziyetçi solla en fazla sorunlu bir evlilik yapacağı aşikardır. Bu noktada, Kürtlerin de örgütsel olarak ihtiyatlı davrandığını görmek gerekir. Seküler Kürtler, içlerinde bulunduğu seküler-olmayan Kürtlerle ortak olan Kürtlük özdeşliğini Jön Türkiyelilik için bir kenara mı atacak, yoksa Kürtlük özdeşliğine sahip çıkarak bağımsızlık yoluna mı devam edecektir? Bu kritik bir sorudur ve bunun cevabını tahmin etmek imkansızdır.

Yine de alametlere göz atmak gerekir: HDP, en başta bir Jön Türkiyelilik projesidir ve seküler Türkler tarafından gördüğü ilgi ve seküler Türklerin HDP’de keşfettiği kullanım değeri bu özdeşlik temeline ve bunun ideolojisine olan yatkınlıktır. HDP’nin – haklı bir şekilde – şahsında cisimleştiği Selahattin Demirtaş, konumunu ve gücünü belki de Kürtlerden çok Türklere borçludur. Ve yine belki de, tahmin şansını kullanarak, HDP’nin PKK’den (yahut PKK’nin ulusalcı-bağımsızlıkçı kliğinden) ayrıştığı husus bu iki özdeşlik temelinden hangisine meyilli olduğunda yatmaktadır.

Bu bakımdan Erdoğan’ın boğarak öldürmeye çalıştığı eski rejim, kurtulmak için çırpınırken, etrafında ancak bu projeye yatkın olan HDP’yi gördü ve ona sarıldı. Eski rejimin en büyük iç düşmanı, onun soluk borusu haline geldi. Öte yandan, doğmakta olan yeni rejim, ölü doğum yaşamamak için eski düzenin koruyucularından yardım gördü. Bu iki korkunç çelişki birbirini belirlemekte ve aynı anda uluslararası konjonktür tarafından da belirlenmektedir. Türkiye tarihinin hiçbir dönemi, Büyük Savaş ve ertesi dahil, belki de iç siyasetin dış siyasete bu kadar bağımlı olduğu, onun tarafından belirlendiği bu ilişkiselliğe ve bu çelişkilere sahne olmamıştır.

Bu yönüyle içinde bulunduğumuz şartlar bir devrimci duruma işaret etmektedir ama bu başka bir tartışma konusu.